Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

HERKES HATA YAPABİLİR…

  Havaların soğuması ile birlikte kış kendini iyice hissettirmeye başlamıştı. Etraf bembeyaz kar örtüsüne bürünmüştü. Adeta, görsel bir şölen olmuştu. Oktay, yağmur kar demez, üşenmeden her sabah spor yapardı. Genellikle de koşmayı tercih eder, formda kalmaya özen gösterirdi. İyi bir şirkette çalışıyordu ve orada dış görünüm çok önemliydi.   O gün de koşmuş, duşunu almış, kahvaltısını ederek, giyinmek üzere odasına geçmişti. Pantolonunun ütüsü istediği gibi değildi. Eşi Selma’ya seslendi. -Selma bu pantolonun hali nedir? -Ne varmış halinde? -Doğru düzgün ütülememişsin ki bununla nasıl işe gideyim? Bir işi de düzgün yapsan olmaz mı? Diyerek, kapıyı çarpıp, sinirle evden çıktı. Selma üzgün bir şekilde, günü akşam etti. Oktay gecikmişti. “Yemeğe gelecek misin?” diye sormak için aradı. Fakat aradığı kişiye şu anda ulaşılamıyordu. Selma hazırladığı masaya tek başına oturup, yine tek başına yedi. Netice de iki canlıydı ve çok acıkmıştı. Oktay’ın bu ani öfke patlamaları...

HIZ

  Hayatın içerisinde koştururken bir çok işle meşgul oluyoruz. İş hayatında ya da okulda veya sosyal hayatımızda vakit harcadığımız bir çok şey var. Bazı işlerimiz var ki hızlı yapınca bitiyor. Ama bazıları var ki acele edilse bile yetişmiyor. Peki bir işi yetiştirmek için hızlı mı yoksa aceleci mi olmak lazım? Serap ta bu ikilem arasında kalanlardandı. Bakalım onun işleri nasıl gidiyordu? “İşte bitti. Ohhh çok şükür yetişmeyecek diye çok korktum ama neyse ki elim hızlı olduğundan yetişti yemekler. Şimdi sırada masayı hazırlamak var.” diyerek salona doğru gitti Serap. Bugün misafiri vardı ve o yüzden hazırlıklarla meşguldü.   Gece bebeği ateşlenmişti. Sabah erkenden doktora girmişlerdi. Eve gelene kadar da öğlen olduğundan “Akşama misafirlere yemek yetiştirebilecek miyim?” diye telaşlanmıştı. Neyse ki korktuğu gibi olmadı. Mutfakta tüm mahareti ile yemeklerini hemen yapıvermişti.   Masasını da hazırlayarak akşamın olmasını bekledi. “Eline sağlık Serap. Yine harika şey...

İNSANA İYİ BİR KENDİ LAZIM

 

Sadakat mi? Açık İlişki mi?

  Hiçbir şey açıkta ve açık bırakılmamışken, Bir badem tanesi üzerinde kaç kat var onu koruyan biliyor musun? Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Minik bir badem tanesi yedi kat ile sarılmış, neden acaba? Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Bezelyeler bir salkım içerisinde ve üzeri yedi kat fermuarla kapatılmış şekilde büyüyor, Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, İnsan vücudu baştan sona deri ile kaplı, gözlerinde kapakları var… Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Tüm ağaçların kökleri saklı ve tüm gövdeler kabuklar ile kapanmış… Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Portakal yemişsindir, meyveye ulaşana kadar kaç katmandan geçtin, değil mi? Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Ne tesadüf ki Mandalina da öyle, limon da hatta şimdi aklına düşen diğerleri de… Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Her şey böyle olunca, insan da çoğu şeyi öyle yapmış, belki bilerek belki bilmeyerek… Kitap yapar ona kapak ekler, defter yapar kapak ekler, bir şey üretir onu bir kutuya...

NEDEN SONBAHAR?

“Yağmur yağıyor, seller akıyor, Arap kızı camdan bakıyor… Anne koş, koş, yağmur başladı. Hadi şarkımızı söyleyelim.”  Aslı, evin üçüncü kızıydı. Hani bazılarının tekne kazıntısı diye tabir ettiği çocuk var ya işte oydu. İki buçuk yaşında olmasına rağmen, konuşması gayet anlaşılırdı. Ayrıca müzik konusunda da kulağı çok iyiydi. Annesinin öğrettiği tüm şarkıları hemen ezberler, akşam babası geldiğinde ona da söylerdi. Şarkı söylerken bir o yana, bir bu yana sallanması ve altın sarısı saçlarının lüleleriyle oynaması, babasının çok hoşuna giderdi. Bunun için işten gelir gelmez ilk işi Aslı’ya şarkı söyletmek olurdu. Dili peltekti, R harfini, Y olarak söylemesi de babasını keyiflendirir, kelimeleri anlamamazlıktan gelip, tekrar ettirirdi.  Aslı sonbaharı çok sevmişti. Yağmur yağarken camda şarkı söylemek, yolda yürürken kurumuş sarı yapraklara basıp, yaprakların hışırtısıyla çok eğlenirdi. Hatta bunu oyuna dönüştürüp, annesiyle “Yapraklara basmaca” diye bir oyun bile bulmuşlardı. Y...

ÇOK SIKILDIM!

  İş yerinde, her kahve molasında, her misafirlikte söylenenler veya her arkadaş buluşmasında; konunun geldiği yer aynıydı. “Offf, ne geçmez haftaymış, çok sıkıldım!” “Bu paraya bu kadar saat buradayım. Hayatım iyice anlamsızlaştı.” “Mutlu değilim.” “İstediğim evi ve arabayı almam da imkânsız. Tüm hayatımı buna mı harcayacağım?” “Başka bir iş yapmalıyım ama ne?” “Kolay bir yol yok mu?” “Ekonomi çok kötü.” “Hayatımı hiç böyle hayal etmemiştim.” Kulağa basit gelen şikâyetler olmasına rağmen içinden çıkılması güç sarmallardı. Takılıp kaldıklarımızdı. Hayat giderek anlamsızlaşıyor ve çalışmak, üretmek zor geliyordu insanlara, veya bunun için bir neden bulamıyorlardı. Sanki ne yapsalar her şey için çok geçti. Kimi vaktin geçtiğini söylüyordu. “Böyle gelmiş böyle gider, çok takılmamak lazım üç günlük dünya..” diyordu. Kimi sürekli bir şey yapıyor ama aslında ne yaptığını kendi de bilmiyordu. Kimi yanlış tercihlerine takılmıştı, kimileri de ne ile uğraşsa sonunu kestiremediğinden bir türl...

GERÇEKLER GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİL, BİRAZ DAHA YAKINDAN BAKAR MISIN?

  Sonbahar serinliği tatlı tatlı yüzüne vururken, bu serinlikte bile yine koşuşturmaktan terlemeyi başarmıştı Emel. İş çıkışı markete uğrayıp evin eksiklerini alacaktı. Kuzenleri akşam çaya gelmek için haber vermişlerdi. Çayın yanına ikramlık bir şeyler yapmak için reyonlar arasında gezerek alacağı malzemeleri seçmeye çalışıyordu. Her zaman olduğu gibi yine çok acelesi vardı.   Sürekli kullandığı bir ürünü reyonda bulamayınca reyon görevlisine seslenerek yardım istedi. -“Beyefendi bakar mısınız? Reyonda bezelyeyi bulamıyorum da bana yardımcı olabilir misiniz?” -“Tabi efendim hemen sağ tarafınızdaki reyonda.” dedi. Emel, sağ tarafındaki reyona dönerek raflara baktı ama aradığı ürünü göremedi. Çekinerek tekrardan reyon görevlisinden yardım istedi. -“Şeeey bakar mısınız bey efendi, ben bulamadım da siz bir baksanız.” -“Hemen sağ kolunuzun tarafında. Salça kutularının yanında hanımefendi.” diyerek daha belirgin bir şekilde tarif etmişti ama Emel hâlâ göremiyordu. Bul...

PASLI ÇİVİLER, PARLAK CIVATALAR

Yahya, sabahın ilk ışıklarıyla uyanmış, bugün neler yapabileceğini düşünüyordu. Kahvaltısını yapıp, sokağa arkadaşlarının yanına çıktı. Kumral kıvırcık saçlı, güler yüzlü, meraklı bir araştırmacıydı. Hayatı, insanları gözlemleyen, düşünen, yaşıtlarından farklı bakış açıları olan bir çocuktu. Aile olmanın öneminin ve sorumluluklarının farkında olarak büyüyordu.   Mahallede yeni yapılan binaların inşaat alanları uğrak yerleriydi. Gezinirken bir yandan da hurda demirleri ve çivileri, topluyorlardı. Sonrasında bunları mahallenin bakkalına götürüyor, karşılığında şeker alıyorlardı. Birgün paslı yamuk hurdalar arasında ki düzgün olan cıvatalar dikkatini çekti ve özellikle onları toplamaya başladı. “Parlak, ışıl, ışıl, eğrilmemiş düzgün cıvatalar daha kıymetlidir. Yani daha iyi para ediyordur” diye düşünmüştü. Günün sonunda hurdalar yine bakkala götürülmüştü. Bakkal herkese dört şeker, Yahya'ya ise bir şeker vermişti. Bu duruma çok şaşırmış ve pişman olmuştu. Düşündüğü gibi olmayınc...

İyilerin Yolculuğu

  Bu öykü iyilerin öyküsü … Nasıl iyi olurumun öyküsü… Veya daha iyi nasıl olurumun öyküsü… İyi ve kötü mücadelesi dünya var olduğundan beri devam ediyor. İyilik, toplumun dilinde süre gelen bir kelimeydi çoğu zaman. Adına kitaplar yazılmıştı. Şiirler söylenmişti. Günde belkide en çok söylenen bir kelimeydi. “Senin iyiliğini istiyorum…” “Ne yaptıysam iyiliğin için yaptım…” “Oğlum, bu   dünyada iyi olmayacaksın…” “İnsana iyilik yaramıyor…” “İyiliğini istedim bak nerelere   vardı…”   Gibi yüzlerce cümle sarf ediyor insanoğlu. Bu cümleleri sarf ederken farkında bile olmadan. Peki insan iyi olduğunu yada iyilik yapıldığını nasıl anlar. İyiliği nasıl ölçer. Çünkü iki kardeş bile anlaşamadığında, birini dinlediğinde “İyiliğini düşünmüş” diyorsun. Ama diğerini dinlediğinde “Bu da onun iyiliğini düşünüyor” diyorsun. Kardeşinin bile iyiliğini tanımlayamazsan nasıl çıkar insan bu karmaşadan.  Yıllar önce köyün birinde üç kardeş yaşarmış. Üç kardeşten ikisi...

İnsan hatalarının üstesinden gelebilir...

Güneş ufukta kaybolmak üzereydi. Etrafa son ışıklarını yansıtıyordu. Tüm evler güneşin yansıttığı ışıktan nasibini alıyordu. Martılar son çığlıkları ile kanatlarını çırpıyordu. Deniz durulmuş ve akşam serinliği kendini yavaş yavaş hissettirmeye başlamıştı. Gençler akşam için sözleşip sahilden ayrılmışlardı.. Sözleşilen saatte bütün ekip oradaydı… Aysun yeşil gözlü, kumral, uzun boylu bir kızdı. Etraftaki aileler tarafından çocuklarına örnek gösterilen biriydi.   Okul hayatında her zaman başarılı bir öğrenciydi.   İlkokul, ortaokul ve lise hayatı başarılı geçmişti. Derslerini ihmal etmiyordu. Arkadaşları dışarı çıkıp gezerken Aysun evde ders çalışmayı tercih ediyordu. Derslerinin iyi olabilmesi için emek veriyordu, bedel ödüyordu. Bu bedellerinin de karşılığını alıyordu. Hayat bedel ve karşılığı üzerine kuruludur. Mutlaka ödediğin bedellerin karşılığını alırsın. Lise çağına geldiğinde, üniversite sınavlarına erkenden çalışmaya başladı. Liseyi de başarıyla bitirdikten sonr...

Hayat bir öğreti: Ticareti ile, İlişkileri ile…

  Yasemin ve   Servet’ in tanışmaları Yasemin’in evin ısı sistemini yaptırmak istediğinde başlamıştı. Yasemin eski evleri alıp yenileyip tekrar satıyordu. Ticaret yapmayı çok seviyordu. Yeni aldığı ev için de internetten Servet’ in şirketini bulmuştu. Şirketin ustaları projeyi çizen Servet’ in çizimine sadık kalmayıp proje dışına çıkmışlardı. Servet gelip bizzat ustaların başında durarak hatayı düzelteceklerine dair söz vermişti. Gerçekten de öyle olmuştu. Birkaç gün gelip işin başında durup sorunu çözmüşlerdi. Yasemin’ in bu problem karşısındaki hoş görülü yaklaşımı, Servet’ in dikkatini çekmişti. Yasemin tadilattaki evin duvarına, eve gelen tüm ustalara hitap eden bir mesaj yazmıştı. “Helal kazanmak isterseniz çöpünüzü çöpe atabilirsiniz. En iyi usta işini temiz yapan ustadır.”   yazıyordu. Ve sonunda bir gülücük vardı. Servet, Yasemine’e “Neden böyle bir şey yazdınız, pis mi bırakıyorlar? Sadece, “Lütfen çöpünüzü çöpe atın” yazabilirdiniz, neden bunu yazdınız?” dedi....

NEREDE YANLIŞ YAPTIK !

  Cem, dedesinin göz bebeği bir çocuktu, onu hep diğer torunlarından başka tutardı. Dedenin maddi durumu gayet iyi olduğundan rahat koşullarda ve hizmetlilerle her istediği yerine getirilerek büyümüştü. Mahallede herkesin sevgisini kazanmış, sevimli, cana yakın bir çocuktu. Dedesi akşamları özenle hazırlanan masalarda içki içerdi her akşam.   Cem’i de hep yanında tutardı. ‘Arslan torunum’ diyerek severdi onu… Dedesinin ikram ettiği içkinin tadına bakmak zorunda kalırdı Cem zaman zaman. Annesiyle babası Cem’in küçük yaşta içki içmesinden hoşlanmasalar da hayır diyemiyorlardı. Sebebi ise oldukça ekonomikti. Ekonomik olarak dedeye bağlı yaşıyorlardı. Dedenin ölümüyle miras kalan her şeyi satıp İstanbul’a yerleşirler. Oturacakları evi satın alırlar ve kalan tüm parayla da bir iş kurarlar. Kurulan işin üçüncü yılında baba iflas eder. Böylece ekonomik zorluklar başlar hayatlarında. Cem alışık olmadığı yeni yaşam şekline uyum sağlamakta zorlanır. Kızlarla gezmeyi seven, yakış...