Ana içeriğe atla

BU BAYRAM

 

Yaz gelmiş, İstanbul’da nem kendini göstermeye başlamıştı. Hülya bir taraftan evini toparlıyor, bir taraftan da alnından şakaklarına akan terleri siliyordu. Kendi gibi zihni de telaşlıydı. Kurban Bayramı için ne yapacağını düşünüyordu. Bir an durup, lacivert ve vizon döşediği evini keyifle süzdü. Evet, her şey yerli yerindeydi. Peki hayatındaki her şey de yerli yerinde miydi?

Öyle düşünceye dalmıştı ki telefonun sesiyle irkildi. Arayan babası Ali beydi. Kızıyla hâl hatır ettikten sonra bayram için ne yapacaklarını sordu. Hülya henüz karar vermediklerini, ama Bodrum ya da Silivri’de olacaklarını söyledi. Ali bey;

-        Biz annenle Silivri’ye geçeceğiz. Keşke siz de bizimle olsanız. Eski günlerde ki gibi ailece bayram yapsak. Yavrum biz bugün varız, yarın yokuz. Annenin de aklı gidip geliyor. Birlikte vakit geçirsek olmaz mı?

Hülya telefonu kapatırken iyice kafası karıştı. Yaşlandıklarını ve kendilerine ihtiyaçları olduğunu düşündü. Ali Bey o yıl bir kalp krizi geçirmişti. Ardından, kalp kapağı ameliyatı olmuş, oldukça yıpranmıştı. Hayatındaki herkese el uzatır, fayda vermeyi çok severdi. Bunun için hala çalışmaya devam ediyordu.

Bu bayram, Ali Bey’in istediği gibi oldu. Hülyalar da bayramı Silivri’de geçirmeye karar verdiler. Diğer üç kardeşin de aynı sitede yazlıkları vardı. Kız kardeşi Demet, evin en bedellisiydi. Anne babasıyla sürekli ilgilenir, onların her şeyine koştururdu. Ailesini toparlar, destekler, her türlü fedakarlığı yapardı. 

Demet, bayram sabahı, kahvaltıyı kendi evinde organize etti. Bahçelerinde dut, elma, kayısı, vişne ağaçları vardı. Yasemin kokulu bahçede, kocaman bir bayram sofrası kurulmuştu. “Bir kuş sütü eksik” denen sofralardandı. Tüm aile özenle kurulmuş masaya yerleşti. Ali Bey’in yüreği, mutluluktan coşuyordu. Herkes birbiriyle bayramlaştı. Küçükler, büyüklerin ellerini öptüler ve bayram harçlıklarını aldılar. Hülya anne ve babasına uzun uzun sarıldı. Onları kokularını içine çeke çeke öptü. Tüm aile bir arada olabildikleri için şükretti.

Ali bey torunları ile tek tek sohbet ediyordu. Yaşadıklarını anlatıyor, tecrübelerini paylaşıyordu. Kendi dönemindeki olanaklarla, şimdiki olanakların farkını anlatıyordu. O anlattıkça çocuklar şaşkınlıklarını gizleyemiyordu. Ortaokula gitmek için her gün iki saat yol yürüdüğünden bahsetti. Şimdi okul servislerinin olması, hatta öğrencilerin özel şoförlerle okula bırakılması tuhafına gidiyordu. Ona göre, çocuklar rahata alıştırılıyor ve marifetlenemiyordu.

Hülya babasının söylediklerini düşündü. Kıymet verdiğimiz evlatların her istediğini yerine getiriyoruz. Her imkana sahip olmasını sağlıyoruz. Komşunun çocuğunda bir oyuncak görse, üzülür deyip aynısından alıyoruz. En iyi okullara göndermek için gerekirse, borcun altına giriyoruz. Yine de onları mutlu edemiyoruz. Üstelik şikayetleri de bitmiyor. Sahip oldukları her yeni imkân, onları yeni bir açlığa, yeni bir isteğe sürüklüyor. Sonuçta istemeden, hayattan tat alamayan, mutsuz bireyler yetiştiriyoruz. Babasının sözlerini, aynı hataları yapmamak için kulağına küpe yaptı.

Babası anlatmaya devam ediyordu;

-Ben eskiden anneniz, gözüne kalem sürse kızardım. Şimdiki genç kızların bu kadar makyaj yapmasını anlayamıyorum. Bu estetik furyası nereden çıktı? Allah onlara kaş vermiş, kesip yenisini çiziyorlar. Göz vermiş, rengini beğenmeyip, lens takıyorlar. Tırnak vermiş, takma tırnak takıyorlar ama neden?

Diye sorular sorup anlamaya çalışıyordu. Zarafetin ve zekanın öneminden bahsedip, hiçbirinin soyut güzelliklerle yarışamayacağını vurguluyordu. Tüm bunları, torunları da aynı hataları yapmasın diye anlatıyordu.

Daha sonra kahve servisleri sırasında torunlarının arkadaşlarıyla olan ilişkilerinin yolunda olup olmadığını anlamaya çalıştı. Doğru arkadaşın öneminden bahsetti. Sözlerine şöyle devam etti:

- Mesele hayatımızdaki problemlerin varlığı değil. Mesele senin o problemle baş edebilme becerin var mı? Hayat insana güçlenip marifetlensin diye problem verir. İnsanın başına bir olay gelmeden önce muhakkak işareti gelir. Genellikle insanlar bunu göremez. İşte o zaman ne yazık ki sonuçta istediği şekilde olmaz. Bizim problemi büyümeden görebilme ve çözebilme marifeti edinmemiz gerekir. Bir çocuğun doğabilmesi için birçok sebep bir araya gelir. Doğum bile bir anda gerçekleşmez. Öncesinde iz ve işaret olarak sancı gönderilir. Karşılaştığınız tüm problemlerde de durum öyledir. İşte siz bilincinizi açık tutarak, bu işaretleri görebilmeyi öğrenmelisiniz. Canlarım, hayat sebep sonuç ilişkisi üzerine kuruludur. Neyse başınızı şişirdim kusuruma bakmayın ” diyerek sustu.

Torunları hiç sözünü kesmeden anlatılanları dinlemişti. Dedeleri hepsinin gözlerinin içine şefkatle bakıyordu. Öğrenmeye açık olmalarına şükrediyordu.

Hülya uzaktan onları izliyordu. Babası çok ilgili bir ebeveyndi. Onu kendisine örnek alırdı. Babası, evlatlarına çok güvenirdi. Sürekli sorumluluklar verirdi. Şimdi de insan nasıl yetiştirilir bunu öğreniyordu. Bir an geçmişe gitti. Kararsızlık yaşadığı bir konuda, babası onu karşısına almıştı. Meşhur konuşmalarından birini yapıyordu. Sözleri kulaklarında yankılandı;

-        Nasıl bir plan var kafanda? Ne zaman eyleme geçeceksin? Veya daha ne kadar öteleyeceksin? Hayatında en çok neyi yapmak istediğini biliyor musun? Bak evladım, neyi yapmaktan çekiniyorsan, bil ki o senin gelişimin içindir. Zaman kaybetme hareketi başlat. Sana güveniyorum. Git ve yap hadi!

Hülya en doğru yerde olduğunu anladı. Kafası rahattı, her şey yerli yerindeydi...

Yorumlar

  1. Adsız7/11/2025

    Elinize sağlık 🌷

    YanıtlaSil
  2. Beyhan Şahin7/11/2025

    Günümüz dünyasının günden güne gerçeklikten uzaklaşan algı ve yaklaşımlarını dile getirdiğiniz yazınız çok güzel olmuş 👏

    YanıtlaSil
  3. Adsız7/11/2025

    Bu yazıda, sıcak bir aile ortamını öyle güzel anlatmışsınız ki, okurken kokuları, sesleri, duyguları birebir hissettim. Ali Bey’in torunlarına anlattığı hayat dersleri, bana da unuttuğum bazı değerleri hatırlattı. Çok etkileyici bir anlatım.

    YanıtlaSil
  4. Adsız7/11/2025

    Bayram sofralarını, aile büyüklerinin nasihatlerini ve zamanın getirdiği değişimi yumuşak bir dil ve derin bir bakış açısıyla işlemişsin. Özellikle ‘problemler işaretiyle gelir’ cümlesi, yazının ana vurgusu olmuş. Çok düşündürücüydü.

    YanıtlaSil
  5. Adsız7/11/2025

    Bu denemede hem duygusal yoğunluk hem de hayat felsefesi var. Babasının ‘ne yapmaktan çekiniyorsan o senin gelişimin içindir’ sözü, insanın içine işliyor. Yazının sonunda Hülya’nın huzur bulması, okuyanı da rahatlatıyor.

    YanıtlaSil
  6. Hayatımızın yerli yerinde olması için,orta yolu tutarak dizayn etmeye çalışıyoruz, tabii bu bazen zor oluyor çünkü en çok yakınımızdak ki insanlar bizi zorluyor , onlarla olan mücadele ise bizim gelişimimizi sağlıyor,bize yol gösteren bilinçli kişiler iyi ki varlar.

    YanıtlaSil
  7. Adsız7/11/2025

    Bayram sabahının kokusunu, evlerin düzenini, bahçeyi ve sofrayı öyle canlı betimlemişsin ki, gözümde film gibi canlandı. Bu yazının dili, insanı hem geçmişine hem de sevdiklerinin değerine götürüyor. Çok samimi ve içten

    YanıtlaSil
  8. Adsız7/11/2025

    Bu deneme yazısı, okuru İstanbul’un nemli sıcaklarından alıp Silivri’deki yasemin kokulu bir bayram sabahına götürüyor. Hülya’nın evinde başlayan telaş, babasının telefonu ile duygusal bir sorgulamaya dönüşüyor. Ali Bey’in torunlarına anlattığı öğütler, yalnızca onların değil, her okurun ruhuna dokunuyor. “Problemler işaretiyle gelir, görmeyi öğrenmelisiniz” cümlesi, metnin felsefi zirvesi oluyor. Bayram sofrasındaki her detay, duyusal hafızayı harekete geçiriyor. Hikaye, nesiller arası bilgelik aktarımını, ailenin birleştirici gücünü ve hayatın özünü hatırlatıyor. Sonunda, Hülya’nın huzura kavuşması; okura da kendi hayatındaki ‘yerli yerinde olanları ve olmayanları’ sorgulatıyor. İçten, sıcak ve dokunaklı… Bu yazı, sadece bir bayram hikayesi değil; hayat, aile ve insan olma üzerine samimi bir tefekkür.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sadakat mi? Açık İlişki mi?

  Hiçbir şey açıkta ve açık bırakılmamışken, Bir badem tanesi üzerinde kaç kat var onu koruyan biliyor musun? Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Minik bir badem tanesi yedi kat ile sarılmış, neden acaba? Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Bezelyeler bir salkım içerisinde ve üzeri yedi kat fermuarla kapatılmış şekilde büyüyor, Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, İnsan vücudu baştan sona deri ile kaplı, gözlerinde kapakları var… Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Tüm ağaçların kökleri saklı ve tüm gövdeler kabuklar ile kapanmış… Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Portakal yemişsindir, meyveye ulaşana kadar kaç katmandan geçtin, değil mi? Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Ne tesadüf ki Mandalina da öyle, limon da hatta şimdi aklına düşen diğerleri de… Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Her şey böyle olunca, insan da çoğu şeyi öyle yapmış, belki bilerek belki bilmeyerek… Kitap yapar ona kapak ekler, defter yapar kapak ekler, bir şey üretir onu bir kutuya...

MEMNUN OLMAYAN EVLATLAR

Kızını uyandırmaya çalışıyordu Ayşe. Her sabah aynı şeyler yaşanıyordu. Uyanmakta zorlanıyor, okula gitmek istemiyordu. Hayatı bile annesinin zoruyla yaşıyor gibi bir hali vardı. Annesi, yokuş yukarı, bozuk bir arabayı ittiriyormuş gibi hissediyordu. Çünkü kızı hiçbir şey yapmak istemiyordu. Adeta yaşama sevincini kaybetmişti.   Üniversite sınavlarında, istediği bölüme puanı yetmeyince, ailesi hemen imdadına koşup, “Sana okul mu yok yavrum? ” diyerek, özel bir okula yazdırmışlardı. Evlatlarını mutlu edebilmek için tüm imkânlarını seferber etmişlerdi. Hayatta isteyip de sahip olamadığı hiçbir şey yoktu. Çocukluğundan beri, ne istese, ikiletmeden yerine getirilmişti. Ama bir türlü Zehra’yı memnun edememişlerdi.   Her olayın içinde mutlaka şikâyet edecek bir şey bulabilmesi, annesini hayrete düşürüyordu. Zehra şikâyet ettikçe, ailesi, miktarları arttırıyor, “Neyi eksik yaptık acaba?” diyerek dertlere düşüyordu. Buldukları çözümse sürekli imkânları arttırmak oluyordu. Böyle ...

İNSAN KENDİNE AYNA TUTARMIŞ MEĞER

  Bir yandan hazırlanıyor bir yandan da söyleniyordu. “Dönem bitmeden hoca mı değişirmiş canım?” dedi öfkeyle. Küçücük çocuk bunlar zaten okula zor uyum sağladılar. Bir de şimdi yeni öğretmene alışmaya çalışacaklar. Ama çaresiz durumu kabul etti. Gidip görelim bakalım yeni öğretmeni belki eskisinden iyidir. Ama ne demişler? “Gelen gideni aratır.” Kafasında deli sorular ile okulun yolunu tuttu.   Bu yıl üçüncü sınıfa geçmişti Melek. Annesinin bütün planları ona göre yapılırdı. Her şey onun etrafında dönerdi. Kıymetlisiydi tüm ailenin. Bir dediği iki edilmezdi.    Yazın sıcak oluyor diye salonun ortasına şişme havuz bile kurmuştu annesi. “Yeter ki o mutlu olsun” derdi. Tırnağına taş değse yeri göğü inletirdi. Sınıfa girer girmez yeni gelen öğretmene kendisini tanıttı. Gayet sevimli güler yüzlü tavırları vardı. Fakat kısa zamanda öğretmen hanım gerçeği anlamıştı. Güler yüzün arkasındaki niyeti, evdeki gibi sınıftaki hâkimiyetini kaybetmemek içindi. Annesi; Melek...