Ana içeriğe atla

Çalış, Tüket, Tekrarla

 Alarm çalıyor, sabahın ilk ışıklarından önce güne başlıyoruz. Daha gözler açılmamış ama spor çantası elimizde kapıya fırlıyoruz. Spor salonuna gidiyoruz; herkes koşu bandında aynı tempoda… Sanki gizli bir maraton var ama kimse birinciyi bilmiyor. Bir saat boyunca ter döküyoruz, motive görünüyoruz ama aslında zihnimiz çoktan plazanın toplantı odalarına hazırlanıyor. Dört kişilik işi bir kişi olarak yapıyor, yüksek rakamlı maaşlar alıyoruz ve buna “kurumsal hayat” diyoruz.

Sonra plazanın bilmem kaçıncı katındaki ofise çıkıyoruz. Manzara şahane! Ama camları açılmayan bir odada, şehrin havasını bile içimize çekemiyoruz. Akvaryumdaki balık gibi sıkışıp kalıyoruz. Elimizde yeni çekilmiş kahvemizle etrafı selamlayıp, bir iki sohbet eşliğinde güne başlıyoruz. Ajandamızda boş gün yok. Her sabah yetmezmiş gibi, her akşam da bir yere yetişiyoruz. Sabah işe, iş çıkışı da dinlenmek için değil, gün içinde dağılan kafamızı iyice dağıtmak için başka programlara koşuyoruz.

 Ama ya aslında kafamızı dağıtmaktan çok, toplamaya ihtiyacımız varsa? Neyse, en iyisi bu konuya burada hiç girmeyelim. Çünkü o başlı başına ayrı bir yazının konusu olacak kadar derin.



İş çıkışı gideceğimiz mekânların rezervasyonlarını haftalar önceden yaptırmamız gerekiyor. Paramız olsa bile “Canım bugün şunu çekti” diyerek bir lokantaya gidemiyoruz. Rezervasyon almayanların kapısında ise kar, kış, kıyamette sokak sobalarının altında burnumuz donarak sıra bekliyoruz. Ve buna “hayatımızı yaşamak” diyebiliyoruz.

Sağımız solumuz insan dolu; inanılmaz bir şekilde planlıyız da yani.

Rutinler

Sonra olmazsa olmaz! Rutinlerimiz var:

·         Cuma akşamları lise arkadaşlarımızla buluşma,

·         Pazartesi akşamları hafta sonu çok kaçırdığımız için kapanana kadar spor salonunda kalma,

·         Perşembe akşamları vizyona yeni gelen filmlerin ilk gösterimi için gece yarısı seansı,

·         Cumartesi günleri kulüp,

·         Pazarları aile kahvaltısı…

 

Koşturmacının adına “yaşam tarzı”, tüketimin adına “özgürlük” diyoruz. Peki, gerçekten yaşamak bu mu?

Birisi gerçekten merak ettiğinden değil, sadece alışkanlıktan “Nasıl gidiyor?” diye sorduğunda cevabımız hep aynı: “Koşturuyoruz!” Kimsede konuyu uzatmıyor. Soranın da sormuş olmak için sorduğu; cevap vereninde üstünkörü cevapladığı sorular. Kısa molaların sahte konuşmaları…

Arada şehirde bir davet, organizasyon, konser veya açılış olursa zaten biletleri geliyor. Bir şekilde haberdar oluyoruz. Yaz aylarında Perşembe ve pazar günleri popüler sahil kasabalarına kaçıyoruz. Her kış nerede, kiminle kayağa gideceğimiz belli. Yazın ne kadarı nerede geçecek belli… Tatil planları, şehirden kaçışlar, hafta sonları doldurulmuş takvimler…

Kısır Bir Döngü

Pahalı ayakkabılar alabiliyor, çantalar ve saatler için sıraya girebiliyoruz. Yeni sezon vitrinlerinde gördüğümüz parçalar sanki bir ödül gibi. Bir şeyler satın aldıkça, o günün yorgunluğunu “telafi etmiş” hissediyoruz. Geziyoruz, eğleniyoruz, dışarıdan bakınca “yaşıyor” gibiyiz. Ama aslında tek yaptığımız daha çok çalışıp daha çok tüketmek değil mi?

 Hayatımızı yaşıyoruz, öyle mi gerçekten? Diyeceğim o ki;  ‘hayatımızı yaşıyoruz’ dediğimiz şey, aslında sadece tüketime dayalı bir yaşam tarzından ibaret değil mi? Sürekli çalış, daha çok tüket ve daha sonra yeniden başa dön.

Her sabah aynı maraton: alarm çalıyor, spor salonuna gidiliyor, plazaya geçiliyor, toplantılara giriliyor arka arkaya, rezervasyonlu akşam yemeklerine katılınıyor…
Ajandamız dolu mu dolu, sosyal hayatımız gayet planlı, etrafımız ise insan dolu, gardırobumuz da insanlar gibi markalı giysilerden oluşuyor. Peki ya içimiz?
O kısmı ajandada göremiyoruz.

İşte şimdi esas soru şu:

“Biz gerçekten hayatı mı yaşıyoruz, yoksa sadece iyi pazarlanmış bir hayatı mı tüketiyoruz?”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sadakat mi? Açık İlişki mi?

  Hiçbir şey açıkta ve açık bırakılmamışken, Bir badem tanesi üzerinde kaç kat var onu koruyan biliyor musun? Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Minik bir badem tanesi yedi kat ile sarılmış, neden acaba? Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Bezelyeler bir salkım içerisinde ve üzeri yedi kat fermuarla kapatılmış şekilde büyüyor, Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, İnsan vücudu baştan sona deri ile kaplı, gözlerinde kapakları var… Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Tüm ağaçların kökleri saklı ve tüm gövdeler kabuklar ile kapanmış… Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Portakal yemişsindir, meyveye ulaşana kadar kaç katmandan geçtin, değil mi? Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Ne tesadüf ki Mandalina da öyle, limon da hatta şimdi aklına düşen diğerleri de… Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Her şey böyle olunca, insan da çoğu şeyi öyle yapmış, belki bilerek belki bilmeyerek… Kitap yapar ona kapak ekler, defter yapar kapak ekler, bir şey üretir onu bir kutuya...

İNSAN KENDİNE AYNA TUTARMIŞ MEĞER

  Bir yandan hazırlanıyor bir yandan da söyleniyordu. “Dönem bitmeden hoca mı değişirmiş canım?” dedi öfkeyle. Küçücük çocuk bunlar zaten okula zor uyum sağladılar. Bir de şimdi yeni öğretmene alışmaya çalışacaklar. Ama çaresiz durumu kabul etti. Gidip görelim bakalım yeni öğretmeni belki eskisinden iyidir. Ama ne demişler? “Gelen gideni aratır.” Kafasında deli sorular ile okulun yolunu tuttu.   Bu yıl üçüncü sınıfa geçmişti Melek. Annesinin bütün planları ona göre yapılırdı. Her şey onun etrafında dönerdi. Kıymetlisiydi tüm ailenin. Bir dediği iki edilmezdi.    Yazın sıcak oluyor diye salonun ortasına şişme havuz bile kurmuştu annesi. “Yeter ki o mutlu olsun” derdi. Tırnağına taş değse yeri göğü inletirdi. Sınıfa girer girmez yeni gelen öğretmene kendisini tanıttı. Gayet sevimli güler yüzlü tavırları vardı. Fakat kısa zamanda öğretmen hanım gerçeği anlamıştı. Güler yüzün arkasındaki niyeti, evdeki gibi sınıftaki hâkimiyetini kaybetmemek içindi. Annesi; Melek...

İLİŞKİLER KONUŞARAK NEDEN DÜZELMEZ?

  Yatağını topladı, Açtığı pencerenin perdesini düzeltti. Geceden ütülemiş olduğu giysileri dolaplara yerleştirmeye başlamıştı ki yine bitişik daireden sesler yükselmeye başladı. Duymamak için odayı terk etmek istedi ama elindeki işi de yarım bırakmak istemedi Canan. Yetişmesi gereken semineri vardı ve zaten yine bu odada hazırlanmak zorundaydı. Oturdukları dairenin yatak odası komşusunun geniş bir yaşam alanına sahip olan mutfağı ile bitişikti. Henüz iki buçuk yıl olmuştu bu apartmana taşınalı ve bu sesler artık ona hiç yabancı gelmemeye başlamıştı.  “Bu yine iyi halleri… Ah ah hiçbir tartışmadan sonuç çıkmaz diye anlatıyorum seminerlerde ama şu şahit olduğum şeylere bak. Şahit deyince de ben neden şahit oldum acaba bu duruma? Bir işaret midir? Gerçekten de düşünen insan için irdelenecek ne çok şey var.’’ diye geçirdi içinden.   İlk taşındıklarında gecesi gündüzü belli olmayan bir erkek sesi ile aniden uyanıyordu. Sürekli çocuklarına seslenen, zaman zaman ağır küfür...