Ana içeriğe atla

Mirasla Gelen Çözüm

Sibel kısa boylu, gözleri kahve renginde, açık tenli minyon bir hanımdı. Boyunu aşan işlere girerdi hep. O yüzden ailenin minik karıncasıydı. Bir karıca gibi hızlı ve çaba gösterirdi. Herkesin dar gününde yanında olan bedeni minik, yüreği kocaman bir insandı.

Sibel, büyük bir ailenin ortanca kızıydı. Çocukluğundan beri yakınlarının hep “arabulucu” insanı olmuş ve sorunların arasında ezilmeden çözüm yolları bulmaya çalışmıştı. Ancak bu “sınır tanımayan” yapısı, kendi yaşamında derin yaralar açmıştı. Ailesinde herkesin bir rolü vardı. Bizim Sibel’in rolü ise sürekli değişirdi. Bir gün annesiyle ilgilenir, ertesi gün abisinin işine koşardı. Kendine ait sınırları yok gibiydi; ne “hayır” diyebilirdi ne de kendini geri çekebilirdi. Hayır diyemedikçe koştuğu konular boyundan öte uzadıkça uzuyordu.

Ailede herkesin imtiyazları vardı. Abisi “en büyüğüm” diyerek söz sahibi olurdu. Ablası “kadın olmanın ağırlığını” bahane ederdi. Sibel ise ne küçük kardeşin getirdiği şımarıklığı ne de büyük kardeşin getirdiği sorumluluğu yaşadı. Ailenin ortanca kızı olduğu gibi işlerin de hep ortasındaydı.  Görevden göreve koşturan bir hayalet gibiydi. Kime, hangi konumda durması gerektiğine çözümü yoktu ve bir türlü bulamıyordu. Ailedeki rollerin kesin çizgilerle belirlenmiş olduğu bir dengeye ihtiyacı vardı. Ancak onun sınırlarının hiçbir zaman tam olarak oluşması mümkün olmuyordu.

Sınırlarının belirlenmemesi dengesizliğe sebep oluyordu. Bu durum uzun yıllar sürdü. Babaları hastalanıp da miras meselesi ortaya çıktığında işler değişecek sanmıştı. Sibel nihayet “payına düşeni” alacağını düşündü. Ancak aile üyeleri yine sınırlarını çizerken, Sibel’in payı hep göz ardı ediliyordu. Abisi, babasının işlerini devralmaya kararlıydı. Abisi, “bize bakan sensin ama bu işlere karışma, erkek işi bu” diyerek ablasını dışladı. Küçük kardeşi de “ben daha gencim, bana da bir şeyler kalmalı” diye hırslanıyordu. Sibel ise benim durumum ve konumum ne olacak diye sadece kendi içinden sorup duruyordu.

Sibel’in sabrı taşmaya başladı. Yıllardır içine attığı öfke ve bastırılmış duygular, miras meselesiyle birlikte su yüzüne çıkıyordu. Herkesin sınırları belliydi ve kendisine belirledikleri yer ise yine aileyi ayakta tutan “arabulucu” olmaktı. Ama bu görev ona ağır geliyordu artık... Sınırlarını savunmadan, hakkını alması mümkün değildi.

Nihayet Miras davası açıldı ve Sibel aile karşısında tek başına kalmıştı. Bir yandan da bu durum Sibel’i çok üzmüştü. Mahkeme sürecinde, aile içindeki roller ve dinamikler tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Herkes kendi sınırlarını, haklarını savunurken, Sibel de ilk kez kendisi için bir sınır çizdi.  Hakkını kendisi savunmuş ve payını isteyebilmişti. Meğer sınırlar ortaya konduğunda anlaşılabiliyordu. İmtiyazın, ayrıcalık demek olduğunu geç de olsa öğrenmişti.

Sınırları olmayanın imtiyaz hakkı da yoktu. Bu dava, Sibel için bir sınır çekme mücadelesiydi. Sınır çekip hakkını savunma çabası idi. Yıllarca yapması gerekeni bir mahkeme salonunda yapıyordu. Kazanması, sadece maddi bir miras anlamına gelmeyecekti. Bu durum aynı zamanda hayatındaki belirsizliklere bir çizgi çekip ve kendine ait olanı da savunmaktı. Sonunda mahkeme, Sibel’i haklı buldu ve hakkını ona teslim etti. Bu sadece maddi bir zafer değildi. Sibel, kendini savunarak, yıllardır çizilemeyen sınırlarını nihayet belirlemişti.

Artık onun da bir yeri vardı.

Anlamıştı ki insan sınırlarını koymadığında herkes o sınırsızlıktan içeriye giriyordu. İnsan böyle bir şeydi. Sınırı görmediğinde çok kolay ihlal edebiliyordu. Sınır varsa duracağı yeri biliyor ona da saygılı oluyordu.

Sibel uzun yıllar çözemediği sorunlarını çözemeye başlamıştı. Gerçek sorunu bulunca insan, hemen gerçek çözümü de uygulayabiliyordu. Artık denge ailenin bütününde olacaktı. Sınırları korudukça birbirlerine saygıları da artacaktı. Sibel sorununu bulmanın mutluluğu ile eve döndü...

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sadakat mi? Açık İlişki mi?

  Hiçbir şey açıkta ve açık bırakılmamışken, Bir badem tanesi üzerinde kaç kat var onu koruyan biliyor musun? Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Minik bir badem tanesi yedi kat ile sarılmış, neden acaba? Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Bezelyeler bir salkım içerisinde ve üzeri yedi kat fermuarla kapatılmış şekilde büyüyor, Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, İnsan vücudu baştan sona deri ile kaplı, gözlerinde kapakları var… Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Tüm ağaçların kökleri saklı ve tüm gövdeler kabuklar ile kapanmış… Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Portakal yemişsindir, meyveye ulaşana kadar kaç katmandan geçtin, değil mi? Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Ne tesadüf ki Mandalina da öyle, limon da hatta şimdi aklına düşen diğerleri de… Belki de ihtiyacın biraz düşünmek, Her şey böyle olunca, insan da çoğu şeyi öyle yapmış, belki bilerek belki bilmeyerek… Kitap yapar ona kapak ekler, defter yapar kapak ekler, bir şey üretir onu bir kutuya...

İNSAN KENDİNE AYNA TUTARMIŞ MEĞER

  Bir yandan hazırlanıyor bir yandan da söyleniyordu. “Dönem bitmeden hoca mı değişirmiş canım?” dedi öfkeyle. Küçücük çocuk bunlar zaten okula zor uyum sağladılar. Bir de şimdi yeni öğretmene alışmaya çalışacaklar. Ama çaresiz durumu kabul etti. Gidip görelim bakalım yeni öğretmeni belki eskisinden iyidir. Ama ne demişler? “Gelen gideni aratır.” Kafasında deli sorular ile okulun yolunu tuttu.   Bu yıl üçüncü sınıfa geçmişti Melek. Annesinin bütün planları ona göre yapılırdı. Her şey onun etrafında dönerdi. Kıymetlisiydi tüm ailenin. Bir dediği iki edilmezdi.    Yazın sıcak oluyor diye salonun ortasına şişme havuz bile kurmuştu annesi. “Yeter ki o mutlu olsun” derdi. Tırnağına taş değse yeri göğü inletirdi. Sınıfa girer girmez yeni gelen öğretmene kendisini tanıttı. Gayet sevimli güler yüzlü tavırları vardı. Fakat kısa zamanda öğretmen hanım gerçeği anlamıştı. Güler yüzün arkasındaki niyeti, evdeki gibi sınıftaki hâkimiyetini kaybetmemek içindi. Annesi; Melek...

İLİŞKİLER KONUŞARAK NEDEN DÜZELMEZ?

  Yatağını topladı, Açtığı pencerenin perdesini düzeltti. Geceden ütülemiş olduğu giysileri dolaplara yerleştirmeye başlamıştı ki yine bitişik daireden sesler yükselmeye başladı. Duymamak için odayı terk etmek istedi ama elindeki işi de yarım bırakmak istemedi Canan. Yetişmesi gereken semineri vardı ve zaten yine bu odada hazırlanmak zorundaydı. Oturdukları dairenin yatak odası komşusunun geniş bir yaşam alanına sahip olan mutfağı ile bitişikti. Henüz iki buçuk yıl olmuştu bu apartmana taşınalı ve bu sesler artık ona hiç yabancı gelmemeye başlamıştı.  “Bu yine iyi halleri… Ah ah hiçbir tartışmadan sonuç çıkmaz diye anlatıyorum seminerlerde ama şu şahit olduğum şeylere bak. Şahit deyince de ben neden şahit oldum acaba bu duruma? Bir işaret midir? Gerçekten de düşünen insan için irdelenecek ne çok şey var.’’ diye geçirdi içinden.   İlk taşındıklarında gecesi gündüzü belli olmayan bir erkek sesi ile aniden uyanıyordu. Sürekli çocuklarına seslenen, zaman zaman ağır küfür...